GÖNÜLLERİN ADMİNİ
  110-Al-Arabiya-Televizyon
 

 
 
 

Necip Fazıl Kısakürek Hayatı ve Kişiliği
" Sevdiğime kul oldum, Güzelliği seçeli. Varlıkta yoksul oldum, Benliğimden geçeli." İçinde engin his deryalarını, uçsuz bucaksız fikir ovalarını barındıran edebiyat dünyamızın gök kubbesi Necip Fazıl, 26 Mayıs Perşembe 1904’ de babasının Çemberlitaş’ ta bir yokuştaki konağında dünyaya geldi. Çocukluk yıllarından kalan tek hatırası ablası Semra’nın (Necip Fazıl altı yaşındayken) vefatıdır. Bu ölüm onun ruhunda kapanması imkansız yaralar açmıştır. Necip Fazıl’ın tarif etmekte aciz kaldığı korkuları vardır. İlerleyen yıllarda yayınladığı “ Ruh Burkuntularından Hikayelerim” eserinde korkularını derinlemesine irdeler… Necip Fazıl şair oluşunu basit bir sebebe bağlar ve der ki:” Şairliğim on iki yaşımda başladı. Bahanesi tuhaftır: Annem hastahanedeydi. Ziyaretine gitmiştim… Beyaz yatak örtüsünde, siyah kaplı, küçük ve eski bir defter… Bitişikte yatan veremli genç kızın şiirleri varmış defterde… Haberi veren annem, bir an gözlerimin içini tarayıp: -Senin dedi; şair olmanı ne kadar isterdim! Annemin dileği bana, içimde besleyip de on iki yaşıma kadar farkında olmadığım bir şey gibi göründü. Varlık hikmetinin ta kendisi… Gözlerim, hastahane odasının penceresinde, savrulan kar ve uluyan rüzgara karşı, içimden kararımı verdim.: -Şair olacağım! Ve oldum.” Sanki ilahi bir işaret almışçasına, sanki ruhunda his pınarlarından beslendiği dev uyanmışçasına şairliğe başlar. Edebiyat Dünyasına Girişi Amerikan ve Robert Kolejlerinde ilk ve orta öğrenimini tamamlar. Bahriye Mektebini (Askeri Deniz Lisesi) bitirir… 1923’de genç şair ilk şiirini yayınlamaya muvaffak olur. Dönem güçlü kalemlerinin toplandığı Yeni Mecmua dergisinin editörü Yakup Kadri’ye gider, der ki: “ işte bu benim şiirim. Bunu yayınla! Yayınlamasan bana ne.” Yakup Kadri bu küstahlık karşısında kızar ve Şiiri bir köşeye atar… Daha sonra okur ve yayınlamaya karar verir… “ Sevdiğime kul oldum, Güzelliği seçeli. Varlıkta yoksul oldum, Benliğimden geçeli. Vücut ruha ağ gibi, Bir düğümlü bağ gibi. Muhabbet membaı gibi, Kevserinden içeli…” Necip Fazıl’ın yıllarca peşinde koştuğu metafiziğin ilk belirtilerine aslında burada rastlıyoruz. Edebi şahsiyetlerimiz ise; bu belirtilere iki yıl sonra yayınladığı ve büyük beğeni toplayan “ Örümcek Ağı” isimli şiir kitabında rastladıklarını söylerler. Eğitimini İstanbul Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nde tamamlar (1924) ve .Fransadaki Sorbonne Üniversitesi’ ne gönderilir. Felsefe Bölümü okuyan (1924-25) Fazıl, Bergson Felsefe’siyle ilk kez Fransa’da karşılaşır. Kaldırımlar Şairi Paris yılları, onun için tamamen kayıp yıllardır. Babıali isimli otobiyografik eserinde anlattığına göre, doğru dürüst okula gitmemişti.Kumar illetine tutulmuştu. Eline geçeni kaybedinceye kadar oynuyordu. Nihayet arkadaşları, biletini alarak Türkiyeye göndermek iyiliğinde bulunmuşlardır. Abdülhakim Arvasi Hazretlerini tanıyıncaya kadar, Türkiyeye döndükten sonra da bohem hayatını devam ettirir. Paris dönüşü yayınladığı Örümcek Ağı (1925) ve Kaldırımlar (1928) isimli şiir kitapları, onu tanınmış sairler arasına soktu ve şiirleri, edebiyat çevrelerinde büyük yankı uyandırdı. Ben ve ötesi adlı şiir kitabı da (1932) büyük takdir topladı. Abdulhak Hamit Tahran: “Geleceğe kalacak tek şair Necip Fazıl’ dır.” derken, Şair Ziya Osman Saba:"Necip Fazıl belki en büyük Türk sairi değildir, fakat Türk edebiyatının en kuvvetli şiir kitabı herhalde Ben ve ötesidir " diyerek herkesin kanaatini pekiştirir. Bir anda edebiyat dünyasının gündemine oturur. “ Bir mısrası bir millete Şeref vermeye değer şair ” diyenler dahi vardır. Necip Fazıl, sanat dünyasında alkışlanıyor, üniversitede ders veriyor,devrin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel ile randevusuz evinde görüşüyordu. Fakat şöhret, para, alkışlar ruhunu doyurmuyordu. Geceleri Asmalı Mescit Sokakta arkadaşları ile buluşuyor, esrar çekiyor, kumar oynuyor; ruhundaki açlığı doyuracak bir şeyler arıyor, ama bir türlü bulamıyordu. Yaşadığı bohem hayattan bıkmıştı. Mutsuzdu, kendini ve asıl kimliğini arıyordu. Aşağıdaki şiirde ifadesini bulan ve daha 1924lerde başlayan bu arayış yıllarını tam bir serserilik yılları olarak niteler: “Yeryüzünde yalnız benim serseri, Yeryüzünde yalnız ben derbederim. Herkesin dünyada varsa bir yeri, Ben de, bütün dünya benimdir, derim. Yıllarca gezdirdim hoyrat basımı, Aradım bir ömür arkadaşımı. Ölsem dikecek yok mezar taşımı; Kendime ben bile hayret ederim. Gönlüm ne dertlidir, ne de bahtiyar, Ne kendisine yar, ne kimseye yar, Bir rüya uğrunda ben diyar, Gölgemin peşinden yürür giderim...” (1924) Izdırabını, arayışlarını böyle dillendirir. “ Akrep nokta ruhumu sokmuş. Mevsimden mevsime girdim böylece, Baktım ki ateşte cımbızda yokmuş, Fikir çilesinden büyük işkence.” Milli Müslüman şair Mehmet Akif’ i hor görenler Necip Fazıl’a İstiklal Marşı’ nı yeniden yazmasını teklif ederler. Genç şair 1936’ da Büyük Doğu Marşı’ nı yazar. Görenler büyük şaşkınlık yaşar. Saatim İşlemiş Ben Durmuşum Ölümlü yalandan ibaret hayatın künhüne vakıf oldu. Ölümsüz gerçeği yakaladıktan sonra geride bıraktığı günlere hayıflandı. Boşuna geçen yıllara üzülmemek elde değildi. Anlamsız, derbeder geçen yıllara acıyacak ve şöyle diyecektir “ Tam otuz yıl saatim işlemiş, ben durmuşum. Gök yüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum(1934).” Kendisini alkışlayanlar, İstiklal Marşı’ nı yeniden yazmasını teklif edenler, dostları, ahbapları herkes Necip Fazıl’a sırtını döner. Fransa’da Necip Fazıl’ın eriyip gitmesine göz yummayan Ahmet Kutsi Tecer (Türkiye’ye dönmesi için diğer arkadaşlarından para toplar ve Necip Fazıl’ a verirler. Fazıl bu parayla kumar oynar, sarhoş olur. Tecer aynı iyiliği birkaç kez daha yapar… Fazıl aynı yine kumarbaz yine sarhoş… En sonunda tren bileti alırlar. Necip Fazıl’ı zorla bindirirler trene. Ahmet Kutsi kulağına eğilerek şair arkadaşının: “ Necip, tarihin malı olduğunu unutma! ” Der üç defa. Fazıl sarhoştur duymamıştır bile. Tecer bir daha söyler: “ Necip, tarihin malı olduğunu unutma! ”) o dahi sırtını dönmüştür… “ Anladım işi sanat Allah’ ı aramakmış, Marifet bu, gerisi yalnız çelik çomakmış…” Kimliğini bulan Necip Fazıl yapayalnız kalmıştır. 1939’da yayınladığı Çile’ sinde çilesini anlatır. Bohem hayatından kurtulmak, " yepyeni bir dünya" bulmak istiyordu. Fakat bu zor is, nasıl gerçekleşecekti? İçinde yaşadığı sosyal çevrede metafizik endişeleri olan pek az insan vardı. Ona göre Ferit Kam ve Bedri Rahmi Eyüboğlu zaman zaman metafiziği kurcalıyor, fakat kucaklayamıyordu. Ölümsüz hakikati aramayı yalnız basına sürdürdü. ÇİLE Gaiplerden bir ses geldi: Bu adam Gezdirsin boşluğu ense kökünde! Ve uçtu tepemden birdenbire dam; Gök devrildi, künde üstüne künde... Pencereye koştum: Kızıl kıyamet! Dediklerin çıktı, ihtiyar bacı. Sonsuzluk, elinde bir mavi tülbent, Ok çekti yukardan üstüme avcı. Ateşten zehrim tattım bu okun, Bir anda kül etti can elmasımı. Sanki burnum değdi burnuna yokun, Kustum öz ağzımdan kafa tasımı. Bir bardak su gibi çalkandı dünya; Söndü istikamet, yıkıldı boşluk. Al sana hakikat, al sana rüya! İşte akıllılık, işte sarhoşluk! Ensemin örsünde bir demir balyoz, Sığındım yatağa son çare diye. Bir kanlı şafakta bana çil horoz, Yepyeni bir dünya etti hediye. (1939) Genç Saîrîn Kapısını Yenî Istıraplar Çalar Yüz yüze geldiği yeni gerçekler genç sairi ıstıraptan ıstıraba sürükler, öğrendiği yeni fikirler, eski hayatı ve yasama üslubu ile hiç mi, hiç bağdaşmamaktadır.Zıtlıklar, ruhunu yakmakta, beyninde kasırgalar estirmektedir. Çektiği fikir çilelerini genç sair söyle anlatır: “Bir fıkır ki sıcak yarada kezzap, Bir fıkır ki beyin zarında sülük. Selam selam sana haşmetli azap; Yandıkça gelişen tılsımlı kütük. Yalvardım: Gösterin bilmeceme yol. Ey yedinci kat gök, esrarını aç! Annemin duası düşte perde ol! Bir asa kes bana, ihtiyar ağaç! Üstat yeni bir dünya bulmuştur, ama bu yeni dünya bizim tanıdığımız bir dünya değildir. Korkunç gerçekler Necip Fazıl’ ı beklemektedir. Bütün insanlık yalana teslim olmuştur. Yeni dünyayı görmemek, görmekten daha emniyetlidir. “Bu nasıl bir dünya hikayesi zor; Mekanı satıh, zamanı vehim. Bütün bir kainat muşamba dekor, Bütün bir insanlık yalana teslim. Nesin sen, hakikat olsan da çekil! Yetiş körlük, yetiş takma gözde cam! Otursun yerine bende her şekil; Vatanım, sevgilim, dostum ve hocam.” Necip Fazıl, yeni dünyayı bir türlü kabullenemez. Gördüğü hakikatler basını döndürür ve beynini zonklatır. Hafakanlar aylarca devam eder. “Aylarca gezindim, yıkık ve şaşkın; Benliğim bir kazan ve aklım kepçe. Deliler köyünden bir menzil aşkın, Her fikir içimde bir çift kelepçe. Niçin küçülüyor eşya uzakta? Gözsüz görüyorum rüyada, nasıl? Zamanın raksı ne, bir yuvarlakta? Sonum varmış, onu öğrensem asil.” Necip Fazıl tüm büyük edipler gibi piyesler, tiyatrolar yazmaya başlar. Bir Adam Yaratmak Türk Edebiyatı’ nın İlk trajedisi özelliği taşır. Bu Tiyatrosuyla birlikte Necip Fazıl’ ın toplumsal konulara yöneldiğini görüyoruz. Sakarya şiiri toplumcu şair olduğunun en bariz misalidir. SAKARYA TÜRKÜSÜ İnsan bu, su misali, kıvrım kıvrım akar ya; Bir yanda akan benim, öbür yanda Sakarya. Su iner yokuşlardan, hep basamak basamak; Benimse alın yazım, yokuşlarda susamak. Her şey akar, su, tarih, yıldız, insan ve fikir; Oluklar çift; birinden nur akar; birinden kir. Akışta demetlenmiş, büyük, küçük, kâinat; Şu çıkan buluta bak, bu inen suya inat? Fakat Sakarya başka, yokuş mu çıkıyor ne, Kurşundan bir yük binmiş, köpükten gövdesine; Çatlıyor, yırtınıyor yokuşu sökmek için. Hey Sakarya, kim demiş suya vurulmaz perçin? Rabbim isterse, sular büklüm büklüm burulur, Sırtına Sakaryanın, Türk tarihi vurulur. Eyvah, eyvah, Sakaryam, sana mı düştü bu yük? Bu dâva hor, bu dâva öksüz, bu dâva büyük!.. Ne ağır imtihandır, başındaki, Sakarya! Binbir başlı kartalı nasıl taşır kanarya? İnsandır sanıyordum mukaddes yüke hamal. Hamallık ki, sonunda, ne rütbe var, ne de mal, Yalnız acı bir lokma, zehirle pişmiş aştan; Ve ayrılık, anneden, vatandan, arkadaştan. Şimdi dövün Sakarya, dövünmek vakti bu ân; Kehkeşanlara kaçmış eski güneşleri an! Hani Yunus Emre ki, kıyında geziyordu; Hani ardına çil çil kubbeler serpen ordu? Nerede kardeşlerin, cömert Nil, yeşil Tuna; Giden şanlı akıncı, ne gün döner yurduna? Mermerlerin nabzında hâlâ çarpar mı tekbir? Bulur mu deli rüzgâr o sedayı: Allah bilir! Bütün bunlar sendedir, bu girift bilmeceler; Sakarya, kandillere katran döktü geceler. Vicdan azabına eş, kayna kayna Sakarya, Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya! İnsan üç beş damla kan, ırmak üç beş damla su; Bir hayata çattık ki, hayata kurmuş pusu. Geldi ölümlü yalan, gitti ölümsüz gerçek; Siz, hayat süren leşler, sizi kim diriltecek? Kafdağını assalar, belki çeker de bir kıl! Bu ifritten sualin, kılını çekmez akıl! Sakarya; sâf çocuğu, mâsum Anadolunun, Divanesi ikimiz kaldık Allah yolunun! Sen ve ben, gözyaşıyla ıslanmış hamurdanız; Rengimize baksınlar, kandan ve çamurdanız! Akrebin kıskacında yoğurmuş bizi kader; Aldırma, böyle gelmiş, bu dünya böyle gider! Bana kefendir yatak, sana tabuttur havuz; Sen kıvrıl, ben gideyim, Son Peygamber Kılavuz! Yol onun, varlık onun, gerisi hep angarya; Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk, Sakarya!.. Toplam 19 tane tiyatrosu vardır. Öne çıkanları: Bir Adam Yaratmak, Tohum, Parmaksız Salih, Para, Ahşap Konak, künye... Büyük ve dahi şair, “gece bir hendeğe düşercesine” gerçeğin kucağına düştükten sonra, sanatına yeni bir gaye belirledi. Artık saat için sanat yapmayacaktı. Kişisel kaygılarını bir tarafa bırakacak, inandığı hakikatleri anlatacaktı: Büyük Doğu dergisini bu amaçla 1943’ de çıkarmaya başlar. Durun kalabalıklar Necip Fazıl, Kaldırımlar’ı yazdığı zaman ferdiyetçi idi. Çile’yi yazdığı zamanlarda metafizik endişeleri vardı, “mavera”yı kurcalıyordu. Sakarya Türküsü’nü kaleme aldıktan sonra toplumcu bir şair oldu. Kalabalıklara yanıldıklarını, yanıltıldıklarını haykırdı: “Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak” Haykırsam kollarımı makas gibi açarak.” Eserlerinde hayata anlam kazandıran manadan uzaklaşıldığını, toplumun ruh köküne kibrit suyu döküldüğünü sıkça vurguladı. Milletimizin sahip olduğu İslâm mirasından koparılmak ve köklerimizden uzaklaştırılmak istendiğini gür bir sesle haykırdı: “Kubur faresi hayat, meselesiz, gerçeksiz; Heykel destek üstünde benim ruhum desteksiz.” Bin yıllık İslâm mirasına sahip çıkmamızı istedi. Geçmişi karalayanlara katılmadı, mukaddes emanete sahip çıkılması gerektiğini haykırdı: “Mezarda kan terliyor babamın iskeleti; Ne yaptık, ne yaptılar mukaddes emaneti?” Manevî temellerden mahrum yetişen nesiller, elbette ahlâk, adalet, erdem, sosyal yardımlaşma gibi kaygılar taşımayacaklardı. Taşımadılar da. Ülkemizde hâlâ, günaha tanınan hürriyet, sevaba tanınmamakta, hâlâ din ve maneviyat düşmanlığı pirim yapmakta, irtica adı altında İslâm hakikatlerine kılıç çekilmektedir. Necip Fazıl, yaşadığı dönemde, İslâm düşmanları ile pervasız kalem mücadeleleri yaptı. Çile ve Dâvâ Adamı Davasının çilesini çekti. Fikirleri ve eserleri, defalarca mahkemelerde yargılandı. Defalarca hapse düştü. İçeri girdiği zamanlarda bunalımlar ve hafakanlar yaşadı. Mukaddes bir davanın temsilci idi. Hiç ümitsizliğe düşmedi. Onun en çok imrenilecek tarafı belki de budur. Mahkemeler, hapisler, zindanlar onu yıldırmadı; dava ve inancından vazgeçiremedi. Zindandan oğlu Mehmed’e yazdığı mektupta: “Mehmed’im sevinin başlar yüksekte; Ölsek de sevinin, eve dönsek de. Sanma ki, kalır bu tekerlek tümsekte... Yarın elbet bizim, elbet bizimdir; Gün doğmuş, gün batmış, ebed bizimdir” dedi. Dev Eserler Kaleme Aldı Sakarya Türküsü, sembolik bir şiirdir. Bu yönüyle Şeyh Galib’in Hüsn ü Aşk’ını, Şeyhî’nin Harname’sini, Ahmet Haşim’in Merdiven’ini hatırlatır. Sahip olduğu müthiş lirizm itibariyle de en çok Mehmet Akif Ersoy’un Çanakkale Şehitlerine, İstiklâl Marşı ve Bülbül şiirlerine benzer. Necip Fazıl’ın en çok okunan ve en çok ezberlenen şiiridir. Uzunluk, lirizm ve bir medeniyet şiiri olması yönüyle de Yahya Kemal Beyatlı’nın Süleymaniye’de Bayram Sabahı şiirini çağrıştırır. Hatta mükemmellik yönünden Fuzûlî’nin Su Kasidesi, Bâkî’nin Kanuni Mersiyesi ile kıyaslamak gerekir. Necip Fazıl, ancak büyük ustalarla ve eserleri de büyük eserlerle kıyaslanabilir. Bazı eserler, yazarını ve şairini aşar ve bir âbide niteliği taşır. Destan, Kaldırımlar, Muhasebe, Zindandan Mehmede Mektup, Çile, Canım İstanbul, Necip Fazıl’ın dev şiirlerindendir. Belki hiçbir şair bu kadar büyük şiir kaleme alamamıştır. Üstat, velûd bir yazardı. Çok yazdı, fakat kaliteden taviz vermedi. Birlikte kalem mücadelesi verdikleri Osman Yüksel Serdengeçti’yi çok severdi. Birlikte Malatya Hapishanesi’nde yatmışlar, aynı dava uğruna mücadele vermişlerdi. Bir gün Necip Fazıl, “Osman bekle, ben bir küçük abdest bozacağım” der. Osman Yüksel nükteyi patlatır: “Estağfirullah Üstad, senden küçük bir şey sadır olmaz.” BÜYÜK SANATKÂR OLDUĞUNA İNANIYORDU Prof. Dr. Ayhan Songar anlatmıştı: “Ahmet Kabaklı, Prof. Süleyman Yalçın, Prof. Nevzat Yalçıntaş gibi arkadaşlarla kendisini ziyaret gitmiştik. Bizi at sırtında karşıladı. Süvari elbisesi giymişti. Caka yapmayı pek severdi. Bizi eve buyur ettikten sonra attan inip yanımıza geldi. - Ayhan, dün seni televizyonda gördüm, dedi. O zamanlar sadece TRT televizyonu vardı ve bir gün önce ben bir programa misafir olmuştum. - Tabiî ki beğenmediniz Üstad! - Nereden bildin? - Çünkü konuşan siz değildiniz.” YENİLGİYİ HİÇBİR ZAMAN KABUL ETMEDİ Yenilgi ve mağlubiyeti kabul etmezdi. Bir gün bir tren istasyonunda onun sinirli sinirli gezdiğini gören bir hayranı sorar: - Ne oldu Üstad, treni mi kaçırdınız? Üstad böyle bir ithamı kabul eder mi? Treni kaçırmak bir eksiklik, bir yenilgidir. - Kovdum gitti, der. BEĞENDİĞİ SANATÇILAR Necip Fazıl, bunalımlar, hafakanlar ve derin düşüncelerin şairidir. İç dünyayı anlatmadaki başarısı bakımından Dostoyevski’yi beğenir; ama Dostoyevski romancıdır, onun gözünde iyi şairler Rimbaud, Baudleare, Valery’dir. Poetikasını oluştururken Batılı şairlerden etkilendiğini görürüz. Şiirinin muhtevasını ise; önce yalnızlığı ferdiyetçi mizacı, sonra da iman ve inancı belirler. Sanatını, inancının emrine verir. Yunus, onun en çok gıpta ettiği şairdir: “Rüzgâra bir koku ver ki hırkandan, Geleyim izine doğru arkandan. Bırakmam, tutmuşum artık yakandan Medet ey Yunus’um, dervişim medet!” diyerek Yunus’un ruhundan yardım ister. DÜNYANIN EN BÜYÜK İKİ ŞAİRİ Kolay kolay kimseleri beğenmeyen Necip Fazıl, kendisinin büyük şair olduğundan emindir. Bir gün kendisine, bir dostu: -Üstad, dünyada iki büyük şair var, demiş. Necip Fazıl’ın tepkisi şu olmuş: -Öteki kim? Dünyanın en büyük iki şairinden birinin kendisi olduğundan emin olan Necip Fazıl, öteki büyük şairin adını sormuş. “DÂHÎ ŞAİR”DEN BİR ÖRNEK Onun dâhî bir şair olduğunu Prof. Ayhan Songar, Çile şiirinden bir dörtlük okuyarak anlatırdı: “Ateşten zehrini tattım bu okun, Bir anda kül etti can elmasımı. Sanki burnum değdi burnuna yok’un, Kustum öz ağzımdan kafatasımı.” “Delilik ile deha arasında ince bir zar vardır, birinden ötekine geçmek mümkün. Necip Fazıl, ‘burnum değdi burnuna yok’un diyerek dâhî olduğunu göstermiştir.” Yok’un burnu olmayacağına göre, burnu da bir şeye değmeyecektir. Ama bu harika buluş, Üstad’ın dehasını gösterirdi. “HECE VEZNİNİ” O AYAĞA KALDIRDI 1980 yılında Türk Edebiyatı Vakfı, ona Sultanü’ş Şuara (Şairler Sultanı) unvanı verdi. Esasen bu, geç kalmış bir takdirin ifadesiydi. Gerçekten de yaşayan en büyük şair o idi. Prof. Orhan Okay’ın da ifade ettiği gibi, şair deyince düşünmeden, herkesin aklına geliveren isim Necip Fazıl’dı. “Kaldırımlar’dan beri şiirinin, kendisini sevmeyenleri bile şaşırtacak, sarsacak bir tarafı olmuştur. Ahmet Haşim’in doğru bir sözü var: ‘Bu sesi nereden buldun?’ Şiir estetiği için ses mühim bir unsur. Aruzun saltanatından sonra emekleyerek gelen hece veznini ayağa kaldıran da Necip Fazıl’dır. Sonra Cumhuriyet’in o ilk yıllarında bir öte duygusuna, sonsuzluğa, yani kısaca metafiziğe susamış bir okuyucu veya aydın beklentisi vardı. Necip Fazıl o beklentiyi de hemen her şiirinde karşılamıştır.” EDEBİ ŞAHSİYETİ Necip Fazıl için edebiyat dünyamızın gök kubbesi demiştik… Divan, Halk, Tanzimat ve Batı Edebiyatı’nı en ince ayrıntılarına kadar bilir; ihtiyaç duyduğu zaman en güzel şekilde kullanır. Serbest şiire karşı çıkmıştır. Manayı ortaya koyan vücut olmalı der. Kafiyeye sığınmayı sahtekarlık sayar. Duygu ve düşünce harmanlanıp şiir kalıbında, sanatkâranece dillendirilmelidir der. Onun için şiirde ‘ne söyledi yok, nasıl söyledi’ vardır. Şiirin iç yapısı il dış yapısının uyumuna dikkat çeker. Onu ancak yine onun yardımı ile anlayabiliriz. “Şu dört mısra değil, sanki dört damla kandı.” Her şiirinde: Sanatından, ruhundan, hissiyatından ve fikriyatından ipuçları verir. 1934’de kadar: Ruh çalkantılarını, korkularını, iç hesaplaşmalarını, çocukluk yıllarına has hatıralarını, dış dünyadaki varlığı ve kendisiyle didişmelerini, arayışlarını anlatır. Bunları anlatırken karanlık ifadeler kullanır. İnsanı ürperten, içinde tarifsiz bir karanlık, sonsuz bir boşluk bir o kadar da doygunluk bırakır. Anlaşılmayan ayak sesleri, periler, cinler, hayaletler, kâbuslar, siyah kediler, geceleri insanın etrafında fıldır fıldır dönen kambur cüceler gibi ürpertici motiflerle, bir takım irreel varlıklarla beraber gelir. Bunlardan bir kısmının, Sabır Taşı tiyatrosunda olduğu gibi halk masalları arsından çıktığı düşünülse bile, umumiyetle ferdî bir iç sıkıntısının, ruhî bir boğuluşun ifâdesi olarak görülmektedirler. Kendi cümlesiyle, eski – yeni benimsediği bütün şiirlerini ihtiva eden Çile’de, bazı başlıklar altında gruplandırdığı şiirlerinden bir kısmı şu adlar altında toplanmıştır: Ölüm, Korku, Ukde, Tecrit . Bütün bu kavramlar daima trajik olan duyguları düşündürmektir. Bunlar aynı zamanda yeni, orijinal, sanatkârane ve insan tat veren ifadelerdir. Adeta Türkçenin sınırlarını yırtarcasına Fazıl’ın 34 sonrası ‘toplum’u da sanatına aksettirdiğini görüyoruz. Fazıl toplumun kandırıldığını, gençliğin kokuşturulduğunu iddia eder. Cemiyet uyarılmalıdır. Türk Milleti aslına dönmelidir. Necip Fazıl: “Şiir toplumun his ve fikir hayatını yansıtmalıdır.” derken saf şiirden de vazgeçmemiştir. BAZI ESERLERİ - Örümcek Ağı - Kaldırımlar - Ben ve Ötesi - Çile - Bir Adam Yaratmak - Tohum - Ahşap Konak - Künye - Parmaksız Salih - Para - Ağaç Dergisi - Büyük Doğu Dergisi - Borazan Dergisi - Kerbela - Çöle İnen Nur - Sultan Vahudiddin - Başbuğ Velilerden 33 79 yıllık hayatında (Edebi hayatı 67 yıl) kütüphane hacminde eser verdi(113 tane). (Geç de olsa) Hak ettiği değeri bulmuştur. ÜSTAD BİR YOKUŞTA 26 MAYIS PERŞEMBE DOĞDU ve BİR YOKUŞTA 26 MAYIS PERŞEMBE DEFNEDİLDİ…. “ Benimse alın yazım yokuşlarda susamak.”
 
   
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol